1 Ağustos 2012 Çarşamba

Masumiyete Yolculuk ~3~ Bir Ramazan Macerası


Sıcak günler ve Ramazan ayı. Oruç tutmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Her sene on gün öncesinden başlayan Ramazan ayının çocuklar üzerindeki o manevi havası benim çocukluğumda öylesine derinden hissedilirdi ki. Büyüdükçe azalıyor mu bazı duygular, ya da duygularımız da bizler gibi olgunlaşıp daha farklı lezzetler almamızı mı sağlıyor bilinmez. Ama Ramazan’ın benim çocukluğumda yeri bambaşkaydı elbette her çocuk gibi. Hepimiz gibi.

Hava bile farklı kokardı Ramazan ayında. Benim büyüdüğüm mahallede böyle yüksek binalar yoktu. Hoş, o zamanlar yüksek bina pek yoktu ayrı konu. Bahçe içindeki iki katlı evimizde kalabalık bir aile halinde yaşardık. Babaannem, dedem, annem, babam, kardeşim ve ben. Eskiden büyüklere başka türlü saygı gösterilir, sözleri dinlenirdi. Şimdiki gibi sinir olunan, dalga geçilen, istenmeyen, evde fazladan bir eşya muamelesi gören kişiler değildi onlar. Varlıkları bereketli, ağızları dualı, yaşamaları bizler için sevinç kaynağı büyüklerimizdi. Mahallenin birkaç yaşlısından biriydi babaannem. Yaşlı ama hani o içindeki çocuk yaşlanmayan türlerdendi. Nasıl enerji dolu, neşe dolu bir kadındı. Mis gibi kokardı her zaman, başında beyaz namaz bezi eksik olmazdı, elinde de Kur’an. Annemle aralarında anne-kız gibi geçinirlerdi, ne annem ona saygısızlık eder, ne babaannem annem için kötü bir söz söylerdi. Anneme yardım edebileceği bir şeyler varsa eder, yoksa ya odasındaki divanında oturur, kâh namaz kılar, kâh Kuran okur, ya bahçeyi eker, diker, toprakla haşır neşir olur, annemin işi bitince de beraber ya komşulardan birine giderler, ya karşılıklı sohbet ederler, ya da gelen bir misafir varsa onu ağırlarlardı. Bilgili, görgülü kadındı babaannem. Ama her lafın ortasına ben biliyorum diye atlamaz, sırası gelirse konuşurdu.

Dedem, babaanneme nazaran biraz daha otoriterdi. Babamdan çok dedemden korktuğumuzu hatırlıyorum, biz ondan çok korkardık ama o bizi çok severdi. Sık sık kucağına alır, bizi öper, okşar ama illaki severken canımızı da acıtırdı. Özellikle boynumuza küçücük çimdikler atar, sonra biz yüzümüzü buruşturunca kahkahalarla güler ve eğilip öperdi. Aslında bizi öpmek için yapılmış bu sevimli hareket, biz kocaman gençler olduğumuzda da devam etti. O boynumuza atılan çimdik, dedemin bize olan sevgisinin bir işaretiydi sanki.

Ve Ramazan ayı geldiğinde bizim ev bambaşka bir sevince ve heyecana bürünürdü. Dedem varlıklıydı, bunu hiç belli etmeyi sevmese de. Çocukluğumuz bereket ve bolluk içinde geçerdi ama bu bereket ve bolluk en çok Ramazan’da kendini gösterirdi. Ramazan’ın ilk günlerinde çuval çuval erzak gelirdi eve. Mutfak, bizim evden bağımsız ayrı bir dünya idi sanki. Evin kapısından girer girmez, sağda mutfak kapısı yer alır ve iki üç basamak merdiven ile aşağı inilirdi. Burası bizim günlük mutfağımızdı. Genellikle, ailecek yiyeceğimiz zaman yemekler burada pişerdi. Mutfağın ilerisinde ikinci bir kapı vardı ki, burası ana mutfak dediğimiz büyük mutfağa açılırdı. Orası daha büyük işler, daha çok misafirler için yapılmış bize göre devasa bir yerdi. Kocaman dev silindirler halinde, buğday, pirinç, kuru baklagil ve buna benzer erzak sıralanırdı. Kocaman iki tane buzdolabı, ağzına kadar dolu olurdu. Yerde üç tane simsiyah kocaman kazanlar, işte Ramazan gibi mübarek günlerde fakir fukara için kaynardı. 

Ramazan’da gelen erzaklar öncelikle paketlere ayrılırdı, mahallede, yakın mahallelerde durumu iyi olmayan kim var ise, dedem zaten bunları hep bilirdi. Her bir çuvalın içine gelen erzaktan uygun miktarlarda konulurdu. Herkesin nüfusuna ve maddi durumuna göre çuvallar dolusu erzak hazırlanır, babam işyerinden getirdiği küçük kamyonetin arkasına akşam namazından sonra yükler ve dağıtırdı. Aile dışındaki bir başkası asla bu mutfağa alınmaz, kime ne hazırlandığını bilmez, bizler de sımsıkı tembih edilirdik. Hazırlanan çuvallar mutlaka akşam dağıtılırdı ki, kimse görmesin bilmesin. Dağıtıma ben mutlaka giderdim çünkü bana göre çok eğlenceli bir işti bu. İhtiyaç sahibi ailenin kapısına yanaşır, çuvalı koyardı babam. Sonra arabaya biner ve bana göz kırpardı gülerek. Hemencecik fırlardım arabadan ve zillerine basardım. Sonra koşa koşa arabaya biner ve hızla uzaklaşırdık oradan. Bana göre neşeli bir oyun olan bu durum, aslında yardım ettiğimiz kişilerin incinmemesi adına yapılan bir güzellikti sadece. Dedem bu konuya çok itina gösterir, ihtiyaç sahibinin rencide edilmemesi gerektiğini söylerdi. Mahallede herkes, o gizli hayırsevere dua ederken bizim ruhumuz huzur ve neşe dolardı. 

Ramazan, mahallenin çocukları için aynı zamanda masal demekti. Çünkü ikindi namazından sonra babaannem, pencerenin önündeki sandalyesine oturur, komşuların çocukları ile beraber biz yere sıralanır, kafamız yukarda, gözlerimiz babaannemde, ağzımız yarı açık, onun anlattığı masalları dinlerdik. Bazen öylesine güzel masallar anlatırdı ki ve ben öylesine kıskanırdım ki babaannemi öbür çocuklardan. Sadece bana anlatsın isterdim o güzel masalları, hiç kimse duymasın, o anlatsın, ben dinleyeyim, sadece ikimize ait olsun o masal. Ama ne zaman babaannemin yanına gidip masal istesem, bembeyaz namaz bezinin ucundan kıyısından görünen aklaşmış saçlarının ortasından iki engin deniz bana gülerek bakar ve olmaz derdi gülümseyerek, arkadaşların gelsin hep beraber anlatalım, hem yorma beni şimdi, yoksa anlatamam arkadaşlarına, üzülürler. Ben biraz hayal kırıklığı, biraz keyfi kaçmış şekilde, dakikaları sayar ve masal vaktinin gelmesini beklerdim çaresiz.

Soframızda çok kalabalık ve bereketli olurdu Ramazanlarda. Misafir eksik olmazdı evimizden. Ramazanda hiç ailecek iftar ettiğimizi hatırlamam. Mutlaka bir akrabamız, tanıdığımız, komşumuz olurdu yemekte. Önemli olan o berekete ulaşmaktı, o muhabbeti, sevgiyi, saygıyı korumaktı. Eskiden iftar sofrası dediniz mi her zamankinden biraz daha fazla özenilirdi. Börekler açılır, baklavalar yapılır, güllaç mutlaka pişirilir, salatalar, turşular özenle yerleştirilirdi sofraya. Ve olmazsa olmazımız Ramazan Pidemiz. Mahallemizin emektar fırıncısı Sabri amcanın elinden çıkmış, mis gibi yumurtalı susamlı pide. Sanki Ramazan, pide demekti bizim için. Sadece Ramazan’da yapılırdı, o zaman yenirdi. Başka zamanlarda aklımıza bile gelmeyen pide, Ramazan’da normal ekmeğe alaycı bir bakış atıp, onun tahtına kurulurdu. 
 
Ve Ramazan pidesi şüphesiz benim çocukluğumun en nadide maceralarından birini de beraberinde getirir. Sekiz yaşımın ve ilk orucumun heyecanı ile başlayıp koskocaman bir kâbusa ve vicdan azabına dönüşen o günü nasıl unutabilirim ki. Kardeşim ile aramızda iki yaş var. O benden iki yaş küçük. Ben sekiz yaşımın içindeyken rastladığımız Ramazan’da oruç tutmanın heyecanı ve bir o kadar da gururu içerisindeyim. Kardeşim henüz altı yaşında olduğu için ona izin yok. Nasıl hevesleniyor, ben o heveslendikçe nasıl havalara giriyorum anlatamam. Dedem her ikimizle de anlaşma yaptı, bu anlaşmaya göre kardeşim sabah kalktıktan sonra öğlene kadar hiçbir şey yemeyecek, öğlen ilk orucunu açacak, sonra akşama kadar yine bir şey yemeyecek ve akşam yemeğinde ikinci orucunu da açacak. Ben ise tüm gün oruç tutacağım. Orucunu düzgün tutana akşam dedemden hediye var. Büyük ihtimal ile bir miktar harçlık, harçlıktan daha da güzeli susamlı helva..Çocukluğumuzun en lezzetli tadı. İncecik plakalar halinde üzeri susamla kaplı çıtır çıtır helva, büyük alışveriş merkezlerinin ve yüzlerce çeşit yiyeceğin olmadığı zamanlarda bizim için en güzel hediyeydi şüphesiz.

Oruç günümüz geldi. Hep beraber sahura kalktık annemlerle. Ala uykulu,annemin yaptığı böreği ve vişne kompostosunu yedik. O sıcacık, incecik açılmış böreğin tadı hala damağımdadır..

Orucum başlarda çok iyi gitti. Sahura kalkmış olmanın da etkisiyle neredeyse öğlene kadar uyudum. Damağımda kuruluk ve boğazımdaki bir miktar acıma hissi ile uyandığımda ilk aklıma gelen oruç olduğumdu. İçim neşeyle dolmuştu, bugün büyük bir sınav verecek ve başaracaktım. Akşama da kesin ödüllendirilecektim. 

Yaz günü..Hava öylesine sıcaktı ki oturduğumuz yerde bile buram buram ter döküyorduk. İçimde çok fazla açlık hissetmesem de, müthiş susamıştım. Dilim damağım kurumuş birbirine yapışmıştı adeta. Üstelik kardeşim ilk orucunu açmış, gözümün önünde koca bir bardak suyu midesine indirmişti. Babaannem, dedem, annem hepsi bana daha bir sevgiyle ve şefkatle yaklaşıyor, dayanma gücümü artırmaya çalışıyorlardı. Öğlenden sonra biraz daha rahatladım. Bedenim açlık ve susuzluğa isyan etmeyi bırakıp, oruca teslim olmuştu. Bu durum beni biraz kendime getirdi. Kardeşimle biraz bahçede oynadık, sularla oynaştık. Her zaman bu durumdan pek hoşlanmayan annem bile bize katıldı, beraber güle oynaya şakalaştık sularla ve birbirimizle.
Akşamüzeri..Annem elinde üç tane yumurtayla çıkageldi. Hadi bakalım dedi, fırına gidip pide yaptırın iki kardeş. Hem vakit geçmiş olur iftara kadar. Nasıl fırladık ikimizde anlatamam. Aldık elimize susamı ve yumurtaları fırına doğru koşmaya başladık. Hala düşünüp bulamam, neden koşuyordum? Acaba bir an önce pideyi yaptırırsam, iftar vaktinin de hemen geleceğini mi düşünmüştüm...Bilinmez. Tek bildiğim, ayağımın aniden tökezlediği ve yere kapandığım, elimden yumurtaların kayarak düştüğü idi. Kardeşim nefes nefese yetişti bana. Gördün mü yaptığını dedi, ne acelen var ne koşuyorsun. Ama iş işten geçmişti. Eve dönüşte anneme bunu nasıl anlatacaktım. Bak şimdi olanlara. Oruç tutup ödüllendirileceğim derken, birde üç yumurtayı kırıp ceza alacaktım. Yumurta için ceza vermezdi annem,ama öyle deli gibi koştuğum, yerlere kapaklanıp üstümü başımı rezil ettiğim, üstelik kardeşimi beklemediğim için çok kızacaktı eminim. Hızlıca düşündüm. Sonra kardeşimi kaldırımın kenarına oturttum. Sen beni burada bekle..Ben evden yumurta alıp geleceğim tekrar dedim..

Tekrar eve koştum. Yavaşça açtım bahçe kapısını..Bahçede kimsecikler yoktu ama büyük mutfağın kapısı açık. Babaannemin yarısı görünüyor. Annemin de sesi geliyor. Besbelli iftar için hazırlık yapıyorlar beraber..Görünmeden usulca evin içine girdim. Üst kata çıkan ahşap merdivenlere koştum. Odama çıktım. Bayram için alınan ceketimin cebinde, dün akşam iftara gelen misafirlerin verdiği üç beş lirayı aldım avucumun içine. İçim cız etti. Balon alacaktım ben bu paraya, oysa şimdi yaramazlığımın cezasını çekiyordum işte. Balonlar yumurtaya dönmüştü aniden..Fazla düşünmedim,hızla aşağı inip bahçeyi tekrar kolaçan ettim ve yine görünmeden evden çıktım. Şimdiki durağım bakkal Nazım amcaydı. Deli gibi koşuyordum, saçlarım terden sırılsıklamdı, şıpır şıpır ter döküyordum. Ağzım,dilim damağım, boğazım kupkuru olmuştu. Bakkaldan yumurtaları alıp kardeşimin yanına koştum. Telaşlı ve meraklı gözlerle beni bekliyordu. Fırına doğru koşmaya başladık ama kardeşimin elini de tutmuştum bu sefer. 

Fırına geldik, sıraya girdik. Tam o anda gördüm mahallenin çeşmesini. İki üç çocuk su dolduruyordu, akan sudan gözümü alamıyordum. Yüzüm kıpkırmızı olmuştu sıcaktan, bacaklarım titriyordu, dermanım kalmamıştı. Kardeşime beklemesini söyleyip çeşmeye koştum bu sefer. Dayadım ağzımı çeşmenin musluğuna, kana kana içtim buz gibi suyu. Ne oruç vardı aklımda, ne ödül, ne ceza, ne günah, ne sevap..Kana kana içiyordum suyu. Sular dudaklarımın kenarından süzülüp boynuma doğru akıyor, içim ferahlıyor, kendime geliyordum. Doya doya içtim suyu ve yüzümü yıkadım güzelce. Saçlarımı ıslattım. Serinlemiş ve rahatlamış olarak kardeşimin yanına döndüm. Orucun bozuldu dedi kardeşim. Hayır, bozulmadı dedim, akşam oldu zaten..Ama kendim de biliyordum ki orucum bozulmuştu. Ne bunu kendime yedirebiliyor, ne kardeşime fırsat vermek istemiyordum. İçim bir kez daha cız etti. Ama bu cız, balon paramın yumurtalar için harcanmasından dolayı oluşandan daha kuvvetliydi..

Akşam iftar soframızda ayrı bir neşe vardı. Özellikle dedem ve babaannem çok neşeliydi. Hikâyeler anlatıyorlar, şakalar yapıyorlardı. Bir tek ben bu neşeden payımı alamamıştım. İftarımızı yapmıştık. Onlara orucumu bozduğumu söylememiştim, kardeşim gözümün içine bakarken..Ama kendimi de hiç iyi hissetmiyordum. Annem bir ara durgunluğumu fark etti, ama babam orucun etkisi olduğunu söyledi. Ben ise hiç konuşmuyor, yutkunamıyordum bile. Boğazıma oturmuştu her şey adeta.

Yemekten sonra dedem yanına çağırdı kardeşimle beni. Önce ikimize de güzel birer paket verdi, içinden uzun, kat kat fırfırlı, şıkır şıkır boncuklar ve tüllerle süslenmiş, biri pembe, diğeri lila, rüya gibi iki elbise çıktı. Sonra da avucundaki paraları uzattı bize…Aldım parayı ama içimdeki o cız var ya..Artık boğazımda koca bir düğüm olmuş, gözlerime doğru yükseliyordu. Ben hak etmemiştim ki bu parayı. Sözümü tutamamıştım. Dedemin neşeli sesiyle kendime geldim. Haydi, bakalım dedi giyin elbiselerinizi bakalım nasıl olacak, sonra da sizi dondurma yemeğe götüreceğim. Kardeşim adeta uçarak, ben ise süklüm büklüm çıktım odadan. Odamıza geldik, kardeşim elbisesini giyerken ben orada öylece elimdeki paraya bakıp kalmıştım. Kardeşim bana baktı ve üzülme yarın yine tutarsın dedi. Ben söylemem kimseye merak etme dedi. Hediyeler öylesine güzeldi ki, besbelli oda bunları kaybetmeme razı olmamış, suçuma ve sırrıma ortak olmayı seçmişti.

Ama hayır..Avucumu alev alev yakıyordu o paralar işte. O şahane elbise gözüme bir çuval gibi görünüyordu. Daha fazla dayanamadım, ağlayarak aşağıya koştum, dedemin boynuna sarıldım. Ben dedim hıçkırarak, ben bugün orucumu bozdum dedeciğim. Çünkü annemin verdiği yumurtaları yanlışlıkla kırdım, sonra eve koştum, harçlığımı aldım, bakkala koştum, yeniden yumurta alıp fırına gittim ama çok yoruldum, hava çok sıcaktı, dayanamadım. Bu parayı hak etmedim, elbiseyi de hak etmedim dedeciğim ben..Sözümü tutamadım, üstelik Allah ta bana çok kızdı biliyorum, ama dayanamadım..Hem ağlıyor, hem anlatıyordum. O kadar dolmuştum ki o üç dört saat içinde, içimdeki sevinç koskocaman bir kâbusa dönüşmüştü birden bire.

Dedem önce ellerimi tuttu, sonra yüzümü ellerinin arasına aldı. Alnıma gözlerime öpücükler kondurdu..Ah benim güzel kuzum dedi, sen öylesine hak ettin ki o hediyeleri…Şaşırmış bir halde ona baktım. Elbette ki dayanamayacaksın dedi, daha çok küçüksün, üstelik sen bütün gününü oruçlu geçirdin ve en önemlisi dürüst davrandın, bu kadar küçük yaşta, bu kadar büyük bir vicdana sahip olduğun için, sen o hediyelerden çok daha fazlasını hak ettin meleğim..

Rüya mı görüyordum acaba..Kızmamışlardı, anneme, babama, babaanneme baktım, hepsi sevgiyle ve gülümseyerek bakıyorlardı bana. Tam o sırada boynumda küçücük bir acı hissettim. Dedem yine çimdiklemiş ve sonrasında boynuma sımsıkı sarılmış, kucaklamış, koklamıştı beni..Çok sonraları öğrenecektim aslında camiden dönen dedemin, beni çeşmeden su içerken gördüğünü, ama benim anlatıp anlatmayacağımı denemek için hiç seslenmeden, görünmeden eve gittiğini..

Ve ilk orucumu, hüsranla karışık bir mutlulukla, bana aç kalmaktan önce dürüst olmayı öğrettiği için, hayatımın her Ramazan’ında, dudaklarımda bir gülümseme olarak hatırlar, artık bizimle olmayan dedemi ve babaannemi sevgiyle anarım..

Siyah İnci’den sevgiyle…

www.twitter.com/blackpearl42