16 Aralık 2012 Pazar

16 yıl önce...16 Aralık'ta..




Sofrada balık vardı..Oturmuştuk yere .Yerdeki sofranın çevresine sevdiklerimiz, gözünün içine bakıp iyiliğini istediklerimiz sıralanmıştı. Çorbalar içildi, balığa geldi sıra..Balık yemek zordu, küçücük bir kılcık takılıverirdi boğazına bazen insanın. Bazen de boğazına dururdu her yemek insanın…Şiddetli bir öksürük nöbeti geçirip, bir damla nefese hasret sevdiğinizin gözlerine bakarken ne yemek gelirdi aklınıza, ne balık, ne ekmek, ne su..

Usulca çekildi sofradan, kalktı yerine uzandı..Sırt üstü yattı önce, sonra arkasını döndü..hiç saçı kalmamıştı başının arkasında..Başının arkasındaki boşlukta dalga dalga, gür saçlarını hayal ettim önce..Sonra sırt üstü yattı yine..Nasıl erirdi insan dört ayın içinde..İncecik, çelimsiz bir kız çocuğu kadar kalmıştı adeta..Sağ elini kaldırıp, kanepenin kenarına koydu, o derin derin nefes almaya çalışırken, önce gözlerimiz çekildi sofradan, sonra ellerimiz..Onun her bir nefes için yakarışı, bizim içimize düşen bir kor ateş oldu adeta..Bilir misiniz ne demektir, en sevdiğiniz gözünüzün önünde erirken sizin sadece seyretmek zorunda olmanız..Bilir misiniz, canınızı bile vermeye hazırken, bir damla nefes bile verememiş olmanız..Ne sofra kaldı, ne ekmek, ne balık..Öylece ortada kendi kendine soğudu yemek..Bizim içimiz derin bir ateşle yanarken..

Doktora haber edildi hemen, yedi nefes başında çırpınırken, bir damla nefes için çırpınana..Doktoru geldi, baktı, dinledi, gençti, yerinde bile duramayan bir doktordu, ama hayır, onunda yoktu işte verecek bir damla nefesi..

Hemen hastaneye kaldırmamız lazım dedi, solunum yetmiyor artık..Apar topar götürdüler, eşi ve kız kardeşi nezaretinde. Biz kaldık evin içinde iki kız… Yaşlı bir anneanne ve biri onbeş diğeri yedi yaşında iki emanetle..Üçüncü emanet ise çok uzaklardaydı, ekmeğinin derdinde..

Sabah oldu, gün doğdu..Kimine şimşek hızı ile geçti, kimine bir asır kadar uzun..İyi haber bekleyen için hep uzundur her dakika..Akşamı zor ettim..Cep telefonu yok o zamanlar..Bütün gün hastaneden ve o servislerin çoğu zaman açılmayan telefondan haber almaya çalıştım..Çocukları gelmişti yanına..Küçük oğlunu almamışlardı...Nefesi düzensizdi..Kan kalmamıştı bedeninde..Sürekli kan veriliyordu..Kalbi yetişmeye çalışıyordu bu insan yapısı müdahaleye…Annem başındaydı, eşi kapı önünde beklemede..

 İş çıkışı..Hava çok soğuk..Kolay değil kışın ortası..Aralık ayının 16’sı..Kardeşimle buluştuk hastaneye gitmek için..Haber yok..Telefon yok..Minibüs yok..Ne kadar bekledik kim bilir. Zaman bazen bütün anlamını yitiriyor..Hastane yolu uzadı, diller sustu, yürekler dua etti..

Yokuş..kocaman bir yokuş hastaneye inen yol..Biz koşarcasına inerken o yokuşu, ağır ağır çıktı araba yokuştan..Bu plaka..Yabancı değil..Bu araba..hiç değil…Ya o önde oturan adam..Neden ağlıyor hıçkıra hıçkıra..Araba yanımızda durdu..Soğuk değildi bu defa içimizi donduran...Gözyaşları içinde söylenen birkaç kelimeydi sadece bizi bizden alan…Kaybettik, annenizi teskin edin..

Araba uzaklaştı, biz kalakaldık karanlığın ve soğuğun ortasında..Kardeşime baktım, yok dedi yanlış anladık bence…

Koşarak girdik hastaneye, nöbetçiye aldırmadan, asansöre binmeyi bile akıl edemeden..Gündüzden ezberlemiştik sanki o servisi, o odayı..Hızla yukarı koşarken gördük onu..En yakın aile dostları..Durdu karşımızda ve tekrar etti o kanımızı donduran cümleyi..Başınız sağ olsun..

Odasına koştuk dinlemeden, duymadan, inanmadan..Boş yatağa baktık önce, sonra da yavaşça ilerledik karşı odadan gelen sese…Annem çırpınıyordu, annem ağlıyordu, annem sanki her damlada eriyor, bitiyor, eksiliyordu..Bir kanadı kırılmıştı, kolay mı..Canı, can yoldaşı, hayatının en önemli insanı, iyi günde kahkahasının, kötü günde derdinin ortağı, kız kardeşi, ellerinin, avuçlarının, sevgisinin kurtarmaya yetemediği fedakâr insan, yürümüştü nurdan bir cennetin içine..Bizi cehennemin en derinine atarak..

Ağladık, çırpındık ne çare..Her dakika, bu anın korkusuyla geçmiş tam 6 yıl..Kâh iyi olmuş, kâh ağrılar içinde kalmış, taşıdığı bebeğinin hatırına hastalığının ilerlemesine aldırmamış, kocaman bir yürek, kocaman bir anne, kocaman bir teyze..

Çaresiz ve bomboş ellerle döndük eve..Asıl büyük sınav ile yüzleşmek üzere..Ne cevap verilecekti, evde bekleyen yaşlı anneye ve o küçücük meleğe..İnsan kendi evinin kapısının zilini çalmaya korkar mı..Korkarmış..Peki ya o kapıyı, yedi yaşında bir küçük çocuk açarsa ve hiçbir şeyden haberi olmadan, bugün akşam gezmeye gidelim mi diye sorarsa...Yüzünü okşadım yavaşça…Yarın dedim, gideriz belki yarın akşama..

Yürek yangını diye bir şey var..Çaresizlik içinde kıvranmak ve ölüm denen en acı gerçekle yüzleşmek diye bir duygu var..Ağlaya ağlaya sabahı etmek, o çok sevdiğinizin yüzünü son kez görmek var bu hayatta…Bu öyle bir bakış ki, kaybettiğiniz insanın her halini siliyor, artık ölümün yüzünden başka bir görüntü kalmıyor beyninizde..Ölen bir sevdiğinizi düşündüğünüz zaman, onu son kez gördüğünüz hali ile hatırlıyorsunuz ne yazık ki..

Ev kalabalık…Sanki acı çoğaldıkça, kalabalıkta çoğalıyor..Yâda gözünüze çok görünüyor insanlar..Üstünüze üstünüze geliyor her taziye..Her teselli..

İşte o geldi..Annesine hasret, ailesine hasret, daha annesine sarılmaya doyamadan, gurbet ele ekmek parası derdine koşmuş en büyük oğlu..En büyük ama aslında o bile daha çok küçük..Henüz 17..Belki 18..İçerideki kadınlar arasında tek bir delikanlı..Anneannesinin dizlerine kapanmış, cicianne dediği teyzesine sarılmış ağlamakta..Kadınlar ağlıyor o ağladıkça, ev ağlıyor, koskoca bir cihan ağlıyor...

Sonra…

Hoca geldi dediler, yıkanacak dediler, en yakınları gelsin dediler, zira bir tas su dökmeliler..

İşte benim hayatımın dönüm noktası..O yüz..Defalarca baktığın, güldüğün, sevip okşadığın, öpmelere doyamadığın o yüz..O beden…Şimdi cansız uzanmakta…Elimde kabaktan oyma saplı bir tas…İçinde sıcak su...Gözlerimde yaş…Bedenimde yas…Çok sıcak değil mi bu su..Hadi canı yanarsa..Orada öylece yatıp duran, ruhu uçup gitmiş, yaratıldığı toprağa kavuşmayı bekleyen bedene bakıyorum son kez…Ve son kez yüzüne..Gözleri kapalı..Fakat o da ne ! Gülümsemiş, hatta gülümsememiş, öylesine gülmüş ki, o bembeyaz inci tanesi dişleri görünmekte…Son nefesinde gülümsedi belki de kendini bekleyen cennete..

İşte o son bakış..O son görüntü..Tam 16 yıl sonra bile, aynı acıyla, aynı gözyaşıyla gözlerimin önünde..Unutmadan, azalmadan..

Perişan olmak budur işte…Kahrolmak budur…Ölümün heybeti karşısında küçücük kalmak budur…Benliğimden sıyrıldım, kimliğimden, mesleğimden, malımdan mülkümden sıyrıldım, çırpınarak ağlayan annemi alarak döndüm iki sokak ötedeki artık bomboş kalmış evin içine doğru..

Ama hayır..kefene bile sığmaz bazı hasretler..Kapanmıştır artık dünyaya bakan o pencere..Yıkanmıştır, kefenlenmiştir cenaze..Ama dinlemez gurbet elden gelen delikanlı kimseyi..Açın der kefeni..Görmeliyim annemin yüzünü…Etraf şaşkın, hoca şaşkın..Hayır der kapatıldı kefen..Açılmaz bu saatten sonra...Dinlemez delikanlı..Açın der, son kez göreyim..Hoca kıyamaz..Yüzünün olduğu kısmı açar kefenin…Bakar delikanlı hasretle annesinin yüzüne..Dayanamaz kapanır üstüne.. Gömer yüzünü yüzüne..Hıçkıra hıçkıra ağlar kaybettiği biricik annesiyle, kendi derdine..Kalk der hoca, yapma, değmesin gözyaşın annenin tenine..Sonra zorla alırlar, uzaklaştırırlar delikanlıyı gözyaşı döke döke…

Kalır geride üç masum melek.. Biri 17, diğeri 15, diğeri 7 yaşında.. Biz onları emanet biliriz, kardeş biliriz, sevda biliriz… Biricik teyzemizin sevgisini, özlemini, hasretini onlarla yaşar, onlara ömür isteriz…

Paramız eksilir, malımız mülkümüz eksilir, bazen sağlığımız eksilir, hepsi yerine gelir, ama yürekten sevdiğiniz bir insanın eksikliği ömür boyu hissedilir..Hele bu anne ise, sadece eksilmez hayatınız, uçurumdan aşağı düşersiniz…

Hayat biter... Ömür biter…Geride kalanların acısı bitmez bir tek..

Canım teyzeme…16 yıl sonra bile, bir zerre azalmayan,acısı ve özlemiyle..


Siyah İnci’den gözyaşlarıyla…

www.twitter.com/blackpearl42



1 Eylül 2012 Cumartesi

Yağmur, kahve kokusu, aşk !!



 
Önce küçük bir damla tıkırtısı..Sonra bir daha..bir daha..giderek hızlanarak ve yüreğime akarak adeta…Penceremin önündeki koltukta kucağımda kitabım,üzerimde battaniyem, açmadım gözlerimi aksın içime o huzur diye..Bir yerlerden yağmurla buluşan toprağın kokusu geliyor burnuma..Öylece telaşsız ve sakin bir halde dinliyorum yağmurun sesini ve çekiyorum içime hayat dolu kokusunu…Yağmurun sesi şöminede çıtırdayarak yanan odunların sesine karışıyor..Serin ama huzur dolu bir sonbahar..Bahçede solan çiçeklerin, kuruyan ve yavaştan yapraklarını döken ağaçların kızıl sarı renkleri…

Gözlerimi açtım ve uzattım gri bir gökyüzüne..Sonra odanın içine..Ve en son karşımdaki koltuğun üzerine..Gülümsedim tüm yüzümle…Çünkü onun yokluğu demek, illaki benim için bir şeyler yapması anlamına gelir her seferinde..

Pencereden dışarı bakıyorum..Yağmur hızlanıyor..Bahçeye göz atıyorum..Hayır burada değil..Gözlerim ormana kayıyor..Yine mi diyorum içimden..Deli adamım benim..Gözü kara sevdalım..Yüreği dağlara, ormanlara sığmayan aşkım..Şömineye bakıyorum tekrar..İki odun daha atıyorum..Büyük ihtimal yine ormanda..Yine şömine için odun kesmekte..Oysa biliyor ki, hiçbir ateş beni onun varlığı kadar ısıtmadı bugüne kadar..

Mutfağa geçip ocağa su koyuyorum..Çünkü böyle zamanlarda, özellikle yağmurlu havalarda, hele bir de üşüyüp gelmişse, en sevdiği şey kahve..Ve sırf ben sevdiğim için sade içiyor kahveyi, sütlü sevdiği halde..Gözlerim mutfak penceresinde onu bekliyorum sakince..Çok bekletmiyor beni, geliyor sarı yağmurluğu içinde, sırtında baltası, odunlarımız ellerinde..Bahçenin köşesinde,ahırın hemen yanındaki üstü kapalı kısma yerleştiriyor özenle..Sonra dönüp bana bakıyor yüzünde muzip bir gülümsemeyle..Kalbim yerinden fırlayacak sanıyorum o gülüşü görünce..

Eve gelip üstünü çıkarıyor. Yağmurluğu sırılsıklam..Bir parça saçları da..Yağmurluğunu çıkarmasına yardım ediyorum. Alnına yapışıp gözlerinin önüne düşen saçlarını düzeltiyorum yavaşça..Eğilip alnımdan öpüyor usulca..Uyuyordun bir tanem diyor..Sarılıyor üzerindeki yağmur kokusu ve serinliğiyle…Kalbi kalbimin üstünde..Ve sıcacık bir sevgi yayılıyor o anda bedenime..

Üşümüşsün diyorum..Gel içeriye..Gülümsüyor..Hayır diyor, gel yürüyelim seninle..Ben gözlerinin içine bakıyorum. Nasıl da bakıyor bana yüreğinden gelen sevgiyle.. Önce kahve diyorum gülümseyerek bende..Deli adam..Bir anda o romantizminden sıyrılıp dönüşüveriyor bir bebeğe..Hani çok sevinirler, gözleri parlar ya yeni bir oyuncak verdiğiniz an ellerine..Önce kucaklayıp döndürmeye başlıyor beni,sonrada boğuyor öpücüklere..

Koltuğuna oturuyor. Ben kahveleri yapıp getiriyorum..Oturup karşılıklı, üzerinden dumanlar tüten kahvelerimizi içip yağmuru seyrediyoruz birlikte…Kahvesini içiyor aceleyle..Biz daha bitirmeden kahveleri, yağmur çekiliyor yine gökyüzüne..Sonra küçük ışıltılar içinde el sallamaya başlıyor güneş bize..Ve elbette hemen arkasından ikiye bölüyor gökyüzünü gökkuşağı yedi ayrı rengiyle…

İşte tam zamanıdır şimdi yağmur sonrası keyfini sürmeye..Giyinip çıkıyoruz önce evimizden, sonra bahçemizden el ele..Hiç bırakmadı daha elimi gittiysek her nereye. Beraber yürüyoruz yağmur kokusunu bize sunan mis gibi ormanın kıyısından denize..Turkuaz değil bugün deniz, oda gökyüzü gibi kararsız ve değişken..Sahil kıyısından yürüyoruz hiç konuşmadan..Bazen elimi biraz daha sıkı tutuyor, bazen ben başımı kaldırıp onun yüzüne bakıyorum. O anlarda dönüp bana bakıyor..Hiç değişmedi bakışları, yıllardır her defasında gözlerime,yüzüme, dudaklarıma sanki yüzümü ezberlemek istercesine bakıyor..Ben ise onun her bakışında yüreğim ağzımda küçük bir genç kız oluveriyorum..Gülümsüyor tekrar..Balık yiyelim mi diyor..Olur diyorum..Elimi bırakıp kolunu omzuma atıyor..Eğilip saçlarımı öpüyor..Gözlerimi kapatıyorum..Yağmurun kokusu, sevdiğim adamın sıcaklığı, aşkımızın büyüsü içinde sanki daha önce hiç yürümedim bu yolları, hiç görmedim bu denizi, bu ağacı, bu toprağı...Bambaşka bir dünya içindeymiş gibiyim…Başımı kaldırıp gökkuşağına bakıyorum..İçim rengârenk…Yürüdüğümü bile hissedemiyorum, mutluluktan uçmak böyle bir şey işte diyorum içimden..

Denizin kenarından yürüyerek geliyoruz sahildeki balıkçı lokantasına..Oturuyoruz ahşap verandadaki tahta masamıza. Hava serin ama kimin umurunda..Biz, asıl içimizi ısıtanın aşk olduğunu öğreneli uzun zaman oldu zira..Denizin ve yağmurun kokusunu çekip içime, göz göze geliyorum sevdiğim adamla..Onun dudaklarında ise kocaman bir gülümseme, beni ona âşık eden her defasında…

Önce balıklarımız geliyor tabaklarımıza. Bol yeşillikli marul salatası ve yanında roka..O rakı içmek istiyor yanında..Sonra durup bana bakıyor gözlerinde aynı soruyla..Rakı kokusunu hiç sevmediğimi hatırlıyor anında..Vazgeçiyor..İç diyorum sen seviyorsun balığı rakıyla..Hayır diyor, gitmesin, kalsın kahvenin tadı damağımda.. 

Balığımı temizliyor itinayla..Tek bir kılçık bile bırakmamacasına..Sonra salataya limon sıkıyor bolca..Ben ise onu seyrediyorum gözlerimde mutluluk damlalarıyla..Hiç bakmaz ben mutluluktan ağladığımda..Görmek istemez çünkü ağladığımı, mutluluktan bile olsa..

Yemeğimizi yiyoruz kelimelere sığınmadan huzurla..İhtiyacımız yok zaten kelimelerle konuşmaya..O istediği an bütün dünyayı anlatabiliyor gözleriyle bana..Aşkın en yoğun halidir zaten, gözlerle başlamak anlaşmaya..
Arka masamızda tartışıyor yeni evli bir çift tatsızca..Kavgaları incir çekirdeğini bile doldurmasa da..Ne büyük çelişki, bir masada kocaman bir aşk, diğerinde kavga..

Sıcacık bir demlik dolusu çay geliyor yemeğin arkasından masamıza...Ama nedense gitmek istiyor evimize bir bardak çayı hızla içtikten sonra..Kalkıyoruz ve yürüyoruz yine geldiğimiz yolda..Yüzüne bakıyorum, ne oldu diyorum merakla..Sarılıyor yine omzuma ve söylüyor sebebi usulca…İzin veremezdim diyor kavgalarının huzurumuzu bozmasına..Üstelik dün planlamıştık diyor, sarılıp uyuyacaktık şöminenin karşısında..

Hala kahve kokan evimize geliyoruz denizi ve toprağı koklaya koklaya, komik şeyler konuşup atarak kahkaha..Şömine sönmüş, ufak kıvılcımlar var küllerin arasında..O şömineyle ilgileniyor, ben ise battaniyeleri alıyorum koltuklardan, şöminenin önündeki minderlerimizin üzerine itinayla…

Şömine yanıyor biraz sonra..Haydi bakalım diyor, birer kahve daha içelim, öyle sığınalım uykuya…Kahve uyku kaçırır diyorum, merak etme diyor her zamanki rahatlığıyla..Ben garanti ediyorum uykuların en güzelini sana…Kim karşı koyabilir ki böyle bir adama..Böyle bir bakışa..Böyle bir aşka..Gidip iki fincan kahve yapıyorum büyük bir iştahla...Geldiğimde hazırlanmış keyif köşemiz şöminenin tam karşısına…Yan yana oturup,battaniyeleri üzerimize çekip, kahvelerimizi yudumluyoruz..Evin kapısından girerken başlayan yağmurun sesi kulaklarımızda…Biliyor musun diyor..Kahve kokusu hep seni hatırlatıyor bana..Neden diyorum ne alaka..Çünkü kahve de insana keyif verir diyor, üstelik dinlendirir ve götürür en güzel huzura..Aynen aşk gibi, yaşadığım senin yanında..Sonra biten fincanlarımızı alıp koyuyor kenara..Uzanıyoruz sımsıkı sarılarak başım onun omzunda..

Dışarıda yağmur..Şöminede yanan odunların sesi ve sığınmak onun sıcaklığına sessizce..Davet ediyor beni uykunun derinliğine..Bir günü daha aşkla ve onunla yaşamanın tadı ile kapanıyor gözlerim geceye...Burnumun ucunda onun kokusu ve damağımda ömrümün en lezzetli kahve tadı eşliğinde..

Ya sonrası…O da başka bir hikâyede…

Siyah İnci’den sevgiyle…

www.twitter.com/blackpearl42


1 Ağustos 2012 Çarşamba

Masumiyete Yolculuk ~3~ Bir Ramazan Macerası


Sıcak günler ve Ramazan ayı. Oruç tutmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Her sene on gün öncesinden başlayan Ramazan ayının çocuklar üzerindeki o manevi havası benim çocukluğumda öylesine derinden hissedilirdi ki. Büyüdükçe azalıyor mu bazı duygular, ya da duygularımız da bizler gibi olgunlaşıp daha farklı lezzetler almamızı mı sağlıyor bilinmez. Ama Ramazan’ın benim çocukluğumda yeri bambaşkaydı elbette her çocuk gibi. Hepimiz gibi.

Hava bile farklı kokardı Ramazan ayında. Benim büyüdüğüm mahallede böyle yüksek binalar yoktu. Hoş, o zamanlar yüksek bina pek yoktu ayrı konu. Bahçe içindeki iki katlı evimizde kalabalık bir aile halinde yaşardık. Babaannem, dedem, annem, babam, kardeşim ve ben. Eskiden büyüklere başka türlü saygı gösterilir, sözleri dinlenirdi. Şimdiki gibi sinir olunan, dalga geçilen, istenmeyen, evde fazladan bir eşya muamelesi gören kişiler değildi onlar. Varlıkları bereketli, ağızları dualı, yaşamaları bizler için sevinç kaynağı büyüklerimizdi. Mahallenin birkaç yaşlısından biriydi babaannem. Yaşlı ama hani o içindeki çocuk yaşlanmayan türlerdendi. Nasıl enerji dolu, neşe dolu bir kadındı. Mis gibi kokardı her zaman, başında beyaz namaz bezi eksik olmazdı, elinde de Kur’an. Annemle aralarında anne-kız gibi geçinirlerdi, ne annem ona saygısızlık eder, ne babaannem annem için kötü bir söz söylerdi. Anneme yardım edebileceği bir şeyler varsa eder, yoksa ya odasındaki divanında oturur, kâh namaz kılar, kâh Kuran okur, ya bahçeyi eker, diker, toprakla haşır neşir olur, annemin işi bitince de beraber ya komşulardan birine giderler, ya karşılıklı sohbet ederler, ya da gelen bir misafir varsa onu ağırlarlardı. Bilgili, görgülü kadındı babaannem. Ama her lafın ortasına ben biliyorum diye atlamaz, sırası gelirse konuşurdu.

Dedem, babaanneme nazaran biraz daha otoriterdi. Babamdan çok dedemden korktuğumuzu hatırlıyorum, biz ondan çok korkardık ama o bizi çok severdi. Sık sık kucağına alır, bizi öper, okşar ama illaki severken canımızı da acıtırdı. Özellikle boynumuza küçücük çimdikler atar, sonra biz yüzümüzü buruşturunca kahkahalarla güler ve eğilip öperdi. Aslında bizi öpmek için yapılmış bu sevimli hareket, biz kocaman gençler olduğumuzda da devam etti. O boynumuza atılan çimdik, dedemin bize olan sevgisinin bir işaretiydi sanki.

Ve Ramazan ayı geldiğinde bizim ev bambaşka bir sevince ve heyecana bürünürdü. Dedem varlıklıydı, bunu hiç belli etmeyi sevmese de. Çocukluğumuz bereket ve bolluk içinde geçerdi ama bu bereket ve bolluk en çok Ramazan’da kendini gösterirdi. Ramazan’ın ilk günlerinde çuval çuval erzak gelirdi eve. Mutfak, bizim evden bağımsız ayrı bir dünya idi sanki. Evin kapısından girer girmez, sağda mutfak kapısı yer alır ve iki üç basamak merdiven ile aşağı inilirdi. Burası bizim günlük mutfağımızdı. Genellikle, ailecek yiyeceğimiz zaman yemekler burada pişerdi. Mutfağın ilerisinde ikinci bir kapı vardı ki, burası ana mutfak dediğimiz büyük mutfağa açılırdı. Orası daha büyük işler, daha çok misafirler için yapılmış bize göre devasa bir yerdi. Kocaman dev silindirler halinde, buğday, pirinç, kuru baklagil ve buna benzer erzak sıralanırdı. Kocaman iki tane buzdolabı, ağzına kadar dolu olurdu. Yerde üç tane simsiyah kocaman kazanlar, işte Ramazan gibi mübarek günlerde fakir fukara için kaynardı. 

Ramazan’da gelen erzaklar öncelikle paketlere ayrılırdı, mahallede, yakın mahallelerde durumu iyi olmayan kim var ise, dedem zaten bunları hep bilirdi. Her bir çuvalın içine gelen erzaktan uygun miktarlarda konulurdu. Herkesin nüfusuna ve maddi durumuna göre çuvallar dolusu erzak hazırlanır, babam işyerinden getirdiği küçük kamyonetin arkasına akşam namazından sonra yükler ve dağıtırdı. Aile dışındaki bir başkası asla bu mutfağa alınmaz, kime ne hazırlandığını bilmez, bizler de sımsıkı tembih edilirdik. Hazırlanan çuvallar mutlaka akşam dağıtılırdı ki, kimse görmesin bilmesin. Dağıtıma ben mutlaka giderdim çünkü bana göre çok eğlenceli bir işti bu. İhtiyaç sahibi ailenin kapısına yanaşır, çuvalı koyardı babam. Sonra arabaya biner ve bana göz kırpardı gülerek. Hemencecik fırlardım arabadan ve zillerine basardım. Sonra koşa koşa arabaya biner ve hızla uzaklaşırdık oradan. Bana göre neşeli bir oyun olan bu durum, aslında yardım ettiğimiz kişilerin incinmemesi adına yapılan bir güzellikti sadece. Dedem bu konuya çok itina gösterir, ihtiyaç sahibinin rencide edilmemesi gerektiğini söylerdi. Mahallede herkes, o gizli hayırsevere dua ederken bizim ruhumuz huzur ve neşe dolardı. 

Ramazan, mahallenin çocukları için aynı zamanda masal demekti. Çünkü ikindi namazından sonra babaannem, pencerenin önündeki sandalyesine oturur, komşuların çocukları ile beraber biz yere sıralanır, kafamız yukarda, gözlerimiz babaannemde, ağzımız yarı açık, onun anlattığı masalları dinlerdik. Bazen öylesine güzel masallar anlatırdı ki ve ben öylesine kıskanırdım ki babaannemi öbür çocuklardan. Sadece bana anlatsın isterdim o güzel masalları, hiç kimse duymasın, o anlatsın, ben dinleyeyim, sadece ikimize ait olsun o masal. Ama ne zaman babaannemin yanına gidip masal istesem, bembeyaz namaz bezinin ucundan kıyısından görünen aklaşmış saçlarının ortasından iki engin deniz bana gülerek bakar ve olmaz derdi gülümseyerek, arkadaşların gelsin hep beraber anlatalım, hem yorma beni şimdi, yoksa anlatamam arkadaşlarına, üzülürler. Ben biraz hayal kırıklığı, biraz keyfi kaçmış şekilde, dakikaları sayar ve masal vaktinin gelmesini beklerdim çaresiz.

Soframızda çok kalabalık ve bereketli olurdu Ramazanlarda. Misafir eksik olmazdı evimizden. Ramazanda hiç ailecek iftar ettiğimizi hatırlamam. Mutlaka bir akrabamız, tanıdığımız, komşumuz olurdu yemekte. Önemli olan o berekete ulaşmaktı, o muhabbeti, sevgiyi, saygıyı korumaktı. Eskiden iftar sofrası dediniz mi her zamankinden biraz daha fazla özenilirdi. Börekler açılır, baklavalar yapılır, güllaç mutlaka pişirilir, salatalar, turşular özenle yerleştirilirdi sofraya. Ve olmazsa olmazımız Ramazan Pidemiz. Mahallemizin emektar fırıncısı Sabri amcanın elinden çıkmış, mis gibi yumurtalı susamlı pide. Sanki Ramazan, pide demekti bizim için. Sadece Ramazan’da yapılırdı, o zaman yenirdi. Başka zamanlarda aklımıza bile gelmeyen pide, Ramazan’da normal ekmeğe alaycı bir bakış atıp, onun tahtına kurulurdu. 
 
Ve Ramazan pidesi şüphesiz benim çocukluğumun en nadide maceralarından birini de beraberinde getirir. Sekiz yaşımın ve ilk orucumun heyecanı ile başlayıp koskocaman bir kâbusa ve vicdan azabına dönüşen o günü nasıl unutabilirim ki. Kardeşim ile aramızda iki yaş var. O benden iki yaş küçük. Ben sekiz yaşımın içindeyken rastladığımız Ramazan’da oruç tutmanın heyecanı ve bir o kadar da gururu içerisindeyim. Kardeşim henüz altı yaşında olduğu için ona izin yok. Nasıl hevesleniyor, ben o heveslendikçe nasıl havalara giriyorum anlatamam. Dedem her ikimizle de anlaşma yaptı, bu anlaşmaya göre kardeşim sabah kalktıktan sonra öğlene kadar hiçbir şey yemeyecek, öğlen ilk orucunu açacak, sonra akşama kadar yine bir şey yemeyecek ve akşam yemeğinde ikinci orucunu da açacak. Ben ise tüm gün oruç tutacağım. Orucunu düzgün tutana akşam dedemden hediye var. Büyük ihtimal ile bir miktar harçlık, harçlıktan daha da güzeli susamlı helva..Çocukluğumuzun en lezzetli tadı. İncecik plakalar halinde üzeri susamla kaplı çıtır çıtır helva, büyük alışveriş merkezlerinin ve yüzlerce çeşit yiyeceğin olmadığı zamanlarda bizim için en güzel hediyeydi şüphesiz.

Oruç günümüz geldi. Hep beraber sahura kalktık annemlerle. Ala uykulu,annemin yaptığı böreği ve vişne kompostosunu yedik. O sıcacık, incecik açılmış böreğin tadı hala damağımdadır..

Orucum başlarda çok iyi gitti. Sahura kalkmış olmanın da etkisiyle neredeyse öğlene kadar uyudum. Damağımda kuruluk ve boğazımdaki bir miktar acıma hissi ile uyandığımda ilk aklıma gelen oruç olduğumdu. İçim neşeyle dolmuştu, bugün büyük bir sınav verecek ve başaracaktım. Akşama da kesin ödüllendirilecektim. 

Yaz günü..Hava öylesine sıcaktı ki oturduğumuz yerde bile buram buram ter döküyorduk. İçimde çok fazla açlık hissetmesem de, müthiş susamıştım. Dilim damağım kurumuş birbirine yapışmıştı adeta. Üstelik kardeşim ilk orucunu açmış, gözümün önünde koca bir bardak suyu midesine indirmişti. Babaannem, dedem, annem hepsi bana daha bir sevgiyle ve şefkatle yaklaşıyor, dayanma gücümü artırmaya çalışıyorlardı. Öğlenden sonra biraz daha rahatladım. Bedenim açlık ve susuzluğa isyan etmeyi bırakıp, oruca teslim olmuştu. Bu durum beni biraz kendime getirdi. Kardeşimle biraz bahçede oynadık, sularla oynaştık. Her zaman bu durumdan pek hoşlanmayan annem bile bize katıldı, beraber güle oynaya şakalaştık sularla ve birbirimizle.
Akşamüzeri..Annem elinde üç tane yumurtayla çıkageldi. Hadi bakalım dedi, fırına gidip pide yaptırın iki kardeş. Hem vakit geçmiş olur iftara kadar. Nasıl fırladık ikimizde anlatamam. Aldık elimize susamı ve yumurtaları fırına doğru koşmaya başladık. Hala düşünüp bulamam, neden koşuyordum? Acaba bir an önce pideyi yaptırırsam, iftar vaktinin de hemen geleceğini mi düşünmüştüm...Bilinmez. Tek bildiğim, ayağımın aniden tökezlediği ve yere kapandığım, elimden yumurtaların kayarak düştüğü idi. Kardeşim nefes nefese yetişti bana. Gördün mü yaptığını dedi, ne acelen var ne koşuyorsun. Ama iş işten geçmişti. Eve dönüşte anneme bunu nasıl anlatacaktım. Bak şimdi olanlara. Oruç tutup ödüllendirileceğim derken, birde üç yumurtayı kırıp ceza alacaktım. Yumurta için ceza vermezdi annem,ama öyle deli gibi koştuğum, yerlere kapaklanıp üstümü başımı rezil ettiğim, üstelik kardeşimi beklemediğim için çok kızacaktı eminim. Hızlıca düşündüm. Sonra kardeşimi kaldırımın kenarına oturttum. Sen beni burada bekle..Ben evden yumurta alıp geleceğim tekrar dedim..

Tekrar eve koştum. Yavaşça açtım bahçe kapısını..Bahçede kimsecikler yoktu ama büyük mutfağın kapısı açık. Babaannemin yarısı görünüyor. Annemin de sesi geliyor. Besbelli iftar için hazırlık yapıyorlar beraber..Görünmeden usulca evin içine girdim. Üst kata çıkan ahşap merdivenlere koştum. Odama çıktım. Bayram için alınan ceketimin cebinde, dün akşam iftara gelen misafirlerin verdiği üç beş lirayı aldım avucumun içine. İçim cız etti. Balon alacaktım ben bu paraya, oysa şimdi yaramazlığımın cezasını çekiyordum işte. Balonlar yumurtaya dönmüştü aniden..Fazla düşünmedim,hızla aşağı inip bahçeyi tekrar kolaçan ettim ve yine görünmeden evden çıktım. Şimdiki durağım bakkal Nazım amcaydı. Deli gibi koşuyordum, saçlarım terden sırılsıklamdı, şıpır şıpır ter döküyordum. Ağzım,dilim damağım, boğazım kupkuru olmuştu. Bakkaldan yumurtaları alıp kardeşimin yanına koştum. Telaşlı ve meraklı gözlerle beni bekliyordu. Fırına doğru koşmaya başladık ama kardeşimin elini de tutmuştum bu sefer. 

Fırına geldik, sıraya girdik. Tam o anda gördüm mahallenin çeşmesini. İki üç çocuk su dolduruyordu, akan sudan gözümü alamıyordum. Yüzüm kıpkırmızı olmuştu sıcaktan, bacaklarım titriyordu, dermanım kalmamıştı. Kardeşime beklemesini söyleyip çeşmeye koştum bu sefer. Dayadım ağzımı çeşmenin musluğuna, kana kana içtim buz gibi suyu. Ne oruç vardı aklımda, ne ödül, ne ceza, ne günah, ne sevap..Kana kana içiyordum suyu. Sular dudaklarımın kenarından süzülüp boynuma doğru akıyor, içim ferahlıyor, kendime geliyordum. Doya doya içtim suyu ve yüzümü yıkadım güzelce. Saçlarımı ıslattım. Serinlemiş ve rahatlamış olarak kardeşimin yanına döndüm. Orucun bozuldu dedi kardeşim. Hayır, bozulmadı dedim, akşam oldu zaten..Ama kendim de biliyordum ki orucum bozulmuştu. Ne bunu kendime yedirebiliyor, ne kardeşime fırsat vermek istemiyordum. İçim bir kez daha cız etti. Ama bu cız, balon paramın yumurtalar için harcanmasından dolayı oluşandan daha kuvvetliydi..

Akşam iftar soframızda ayrı bir neşe vardı. Özellikle dedem ve babaannem çok neşeliydi. Hikâyeler anlatıyorlar, şakalar yapıyorlardı. Bir tek ben bu neşeden payımı alamamıştım. İftarımızı yapmıştık. Onlara orucumu bozduğumu söylememiştim, kardeşim gözümün içine bakarken..Ama kendimi de hiç iyi hissetmiyordum. Annem bir ara durgunluğumu fark etti, ama babam orucun etkisi olduğunu söyledi. Ben ise hiç konuşmuyor, yutkunamıyordum bile. Boğazıma oturmuştu her şey adeta.

Yemekten sonra dedem yanına çağırdı kardeşimle beni. Önce ikimize de güzel birer paket verdi, içinden uzun, kat kat fırfırlı, şıkır şıkır boncuklar ve tüllerle süslenmiş, biri pembe, diğeri lila, rüya gibi iki elbise çıktı. Sonra da avucundaki paraları uzattı bize…Aldım parayı ama içimdeki o cız var ya..Artık boğazımda koca bir düğüm olmuş, gözlerime doğru yükseliyordu. Ben hak etmemiştim ki bu parayı. Sözümü tutamamıştım. Dedemin neşeli sesiyle kendime geldim. Haydi, bakalım dedi giyin elbiselerinizi bakalım nasıl olacak, sonra da sizi dondurma yemeğe götüreceğim. Kardeşim adeta uçarak, ben ise süklüm büklüm çıktım odadan. Odamıza geldik, kardeşim elbisesini giyerken ben orada öylece elimdeki paraya bakıp kalmıştım. Kardeşim bana baktı ve üzülme yarın yine tutarsın dedi. Ben söylemem kimseye merak etme dedi. Hediyeler öylesine güzeldi ki, besbelli oda bunları kaybetmeme razı olmamış, suçuma ve sırrıma ortak olmayı seçmişti.

Ama hayır..Avucumu alev alev yakıyordu o paralar işte. O şahane elbise gözüme bir çuval gibi görünüyordu. Daha fazla dayanamadım, ağlayarak aşağıya koştum, dedemin boynuna sarıldım. Ben dedim hıçkırarak, ben bugün orucumu bozdum dedeciğim. Çünkü annemin verdiği yumurtaları yanlışlıkla kırdım, sonra eve koştum, harçlığımı aldım, bakkala koştum, yeniden yumurta alıp fırına gittim ama çok yoruldum, hava çok sıcaktı, dayanamadım. Bu parayı hak etmedim, elbiseyi de hak etmedim dedeciğim ben..Sözümü tutamadım, üstelik Allah ta bana çok kızdı biliyorum, ama dayanamadım..Hem ağlıyor, hem anlatıyordum. O kadar dolmuştum ki o üç dört saat içinde, içimdeki sevinç koskocaman bir kâbusa dönüşmüştü birden bire.

Dedem önce ellerimi tuttu, sonra yüzümü ellerinin arasına aldı. Alnıma gözlerime öpücükler kondurdu..Ah benim güzel kuzum dedi, sen öylesine hak ettin ki o hediyeleri…Şaşırmış bir halde ona baktım. Elbette ki dayanamayacaksın dedi, daha çok küçüksün, üstelik sen bütün gününü oruçlu geçirdin ve en önemlisi dürüst davrandın, bu kadar küçük yaşta, bu kadar büyük bir vicdana sahip olduğun için, sen o hediyelerden çok daha fazlasını hak ettin meleğim..

Rüya mı görüyordum acaba..Kızmamışlardı, anneme, babama, babaanneme baktım, hepsi sevgiyle ve gülümseyerek bakıyorlardı bana. Tam o sırada boynumda küçücük bir acı hissettim. Dedem yine çimdiklemiş ve sonrasında boynuma sımsıkı sarılmış, kucaklamış, koklamıştı beni..Çok sonraları öğrenecektim aslında camiden dönen dedemin, beni çeşmeden su içerken gördüğünü, ama benim anlatıp anlatmayacağımı denemek için hiç seslenmeden, görünmeden eve gittiğini..

Ve ilk orucumu, hüsranla karışık bir mutlulukla, bana aç kalmaktan önce dürüst olmayı öğrettiği için, hayatımın her Ramazan’ında, dudaklarımda bir gülümseme olarak hatırlar, artık bizimle olmayan dedemi ve babaannemi sevgiyle anarım..

Siyah İnci’den sevgiyle…

www.twitter.com/blackpearl42


27 Temmuz 2012 Cuma

Masumiyete Yolculuk ~2~

 
Küçük ve masum kedimizin ölümüne sebep olan havuzun başından kalktım. Gözlerimde hüzün, dudaklarımda gülümseme vardı. Başımı sola çevirince yüzüme iyice yayıldı gülümsemem. Oradaydılar işte. Sıralanmış beni bekliyorlardı bütün renkleri ve hüzünleriyle..Sakız çiçekleri..Çocukluğumun en renkli ve eğlenceli kısımlarından bir tanesi..Ve elbette ki içinde saklı yine yaramaz çocukluğumun masum bir hikâyesi…

Çocuktuk bir zamanlar, hayatımızın tek derdi sabahları kahvaltıda içmek zorunda olduğumuz süttü..Yâda üstümüz başımız toz toprak içinde eve geldiğimizde annemizden işiteceğimiz azar korkusu. Koşardık, oynardık ve hiç yorulmazdık. Oysa şimdilerde öylemi..Hayat çok daha kolaylaştı ama biz daha çabuk yorulmaya başladık..

Evin kapısından girdiğiniz zaman tam karşıda sizi mutfak binası karşılar..Binanın duvarının önünde sıralanmış halde sakız çiçekleri vardır. Boy boy, renk renk…Kerpiç duvarın eğri büğrü sıvasının çirkinliğini örtmek istercesine, dal dal, yaprak yaprak uzamışlardır ekili oldukları tenekelerin içinden..Eskiden böyle süslü saksılar, rengârenk saksılar ne gezer. Nerede bir teneke kutu buldunuz, o olurdu sizin saksınız. Yeter ki çiçek dikmek olsun amacınız..Beyazı, pembesi, moru..Kocaman kocaman çiçekleri vardır sakız bitkisinin. Biraz ilerisinde,ağaçların arasından yukarı tırmanan ve kendilerine biraz haşmetle, biraz gururla bakan hanımeline inat eder gibi, nasıl da güzel açarlardı. Elbette ki bizim için işin en eğlenceli ve aslında bizi ilgilendiren kısmı, çiçeklerin sulanması kısmıydı..Sabah erkenden kahvaltıyı ettikten sonra bahçeye koşar, hortumu havuzun çeşmesine takıp elimize aldıktan sonra, saatlerce bırakmaz, sadece çiçekleri sulamakla kalmaz, bahçenin taşlarını da güzelce ıslatır, üzerlerindeki boşluk ve çukurlarda biriken suların üzerinde zıplardık. Hele yaz günlerinde buz gibi su ile ıslanan ayaklarımız, içimizde hastalık kaygısı taşımadığımız için ve bunun farkında olmadığımız için daha bir keyiflendirirdi bizi. Çiçekleri sular, elimize süpürgeyi alır, taşların üzerinde biriken suları güzelce süpürürdük. Bahçenin ekilmiş kısmından mis gibi toprak kokusu yükselmeye başlar, her yer tertemiz olur ve biz güzel bir iş yapmış olmanın huzuru ve yorgunluğu ile öğlen uykumuz için eve girerdik..Elbette ki üstümüz başımız ıslanmış olurdu, ama bu küçük kaygılar bizim için büyük korkulara gebeydi her zaman. 

Yine böyle bir sabah bahçeye çıktık kardeşimle. Hava sıcak mı sıcak..Bahçede bir yaprak bile kımıldamayacak kadar üstelik..Hortumu aldık, suyu açtık, önce hanım elini suladık. Hanım eli çok kıymetliydi annem için, o yüzden önce onu sular, o çiçeğe çok iyi bakar ve yapacağımız işe önce onu ortak ederdik ki, annem güzel bir iş yaptığımızı düşünerek, bizi rahat bıraksın ve suyla bol bol oynayalım..

Hanımelini suladıktan sonra sakızların yanına koştuk. Tam on bir teneke vardı duvarın dibinde. Elimle toprağını yokladım..Eh pek kuru sayılmazlardı ama yinede su vermeliydik elbette..Kardeşim daha dün suladığımızı, çok kurumadıklarını, su vermeye gerek olmadığını söyledi. Ben ise tam tersini savundum, yaprakları solmuş gibiydi, birkaç tomurcuk hala açmamıştı. Bolca su verirsek hepsi yarına kadar açardı. Annem de çok sevinirdi.

Ve elimde hortum suladım, suladım, suladım…Saksılardan sular taştı, topraklar taştı. Kardeşim yeter annem kızacak diyerek yüzünü buruşturmaya başladığında bile suladım. Niye o kadar su verme ihtiyacı hissetmiştim bugün düşündüğüm zaman hala hatırlamıyorum. Hava mı çok sıcaktı, ben mi çok susamıştım da, konuşamayan çiçeklerin de çok susadığını düşünmüştüm bilmiyorum.En sonunda kardeşim korkudan açılmış gözleriyle elimden hortumu kaptı ve havuza doğru koşarak çeşmeyi kapattı. Merak etme dedim, getir hortumu, korkma bir şey olmaz, bak saksıların dibi delik zaten, sular akıp gidiyor. Kardeşim, saksıların altından toprakla beraber bulanmış halde akan sulara baktı. Getir hadi hortumu, yıkayalım yoksa çamurlu çamurlu kuruyacaklar dedim. Tekrar getirdi hortumu, bahçeyi güzelce yıkadık ve öğlen güneşinin sıcağı bedenlerimize vurmaya başlayınca içeri girdik.

Burada kaldı mı..Elbette kalmadı. Üç güne kalmadan dipten yaprakları sararmaya başladı çiçeklerin. Kiminin çiçeklerinin yaprakları kurudu düştü. Annem neler olduğunu anlamamıştı, kardeşimin suçlayan bakışları arasında 7 tane çiçeğimiz çürüdü. Yaprakları döküldü. Ben ise çiçeklerin yanına bile yaklaşamıyordum.Sanki yanlarına gitsem, dile gelecekler ve onlara yaptığım kötülüğü yüzüme vuracaklardı. Oysa hiç kötü niyetim yoktu. Ve hatta biraz da sinirlenmiştim onlara..Biz çok susayınca kana kana su içiyorduk. Arka arkaya su içiyorduk ama hastalanmak bir yana, sıcak havalarda çok ta iyi oluyordu. Demek ki kediler gibi çiçekler de suyu sevmiyorlardı. Kedimizi suyun altına sokmuş,mis gibi yıkamıştık ama o ölmüştü. Şimdi çiçeklerimiz de ölmüş sayılırdı. Üstelik bütün yapraklarını bile sulamıştım. Islanmadık yerleri kalmamıştı. Ben onları serinletmek isterken onlar küsüp yaprak döküyorlardı. Bir daha hiç yanlarına yaklaşmadım, uzaktan seyrettim ve çiçek sulama maceram da böylelikle sona erdi.

Yıllar sonra, bahçemde yine sakız çiçekleri büyüttüm. Ama büyük bir hassasiyetle ve çocukluğumun suçunu kapatmak istercesine diğer çiçeklerime nazaran daha büyük bir sevgiyle..

Zira öğrenmiştim ki, bir damla suyun vereceği hayat, birkaç damla ile ölüme dönüşebilirmiş..

Ve su bile olsa..Her şeyin fazlası ve aşırısı zararlıymış..


 Siyah İnci’den sevgiyle..

www.twitter.com/blackpearl42